Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı’nın New York’taki Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’na katılımı, orada ABD Başkanı ile gerçekleştireceği görüşme ve bu görüşmenin muhtevası, sadece diplomatik bir gündem maddesi değil; aynı zamanda bölgesel ve tarihsel bir meselenin de somut göstergesidir.
Ne yazık ki, bazı televizyon programlarında bu önemli ziyaret, sığ ve hatta komik başlıklarla ele alındı. “F-35’ler, F-16’lar konuşulacak” gibi abartılı ve mesnetsiz ifadeler, konunun ciddiyetini gölgeledi. Oysa Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Trump ile yapılacak görüşmenin merkezinde sadece ikili ilişkiler değil, Gazze, Filistin ve Katar’a yönelik saldırılar gibi bölgesel meselelerin yer alacağını açıkça ifade etti.
Sosyal medyada dolaşan trajikomik yorumlar ise hayal kırıklığı yaratıyor. Bazı yorumcular, Cumhurbaşkanımızın ABD’ye gitmesini “Trump’ın ayağına gitmek” ya da “rüşvet teklif etmek” gibi çarpık bir çerçevede sunmaya çalışıyor. Ancak milletimiz, bu tür ucuz ve akılsız ifadelerin arkasına saklanarak gerçekleri çarpıtma çabalarını kolayca fark eder. Erdoğan, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’na katılmak için Amerika’ya gitmiştir; özel davetle değil, BM’nin doğal merkezi olan New York dolayısıyla.
Gerçek Gündem: Gazze ve Filistin
Asıl meseleye dönersek, Erdoğan’ın New York’taki konuşmasının özünde, mikrofon kapatılmış olsa dahi, Filistin’in işgali ve Gazze’deki katliam yatmaktadır. Dolayısıyla Trump ile yapılacak görüşmenin ana gündemi de bu olacaktır.
Bazı çevreler, Erdoğan’ın Trump’a “Gazze” demesini cesaret sayıyor. Oysa halk çoktan kimin dik durduğunu fark etmiştir. Aptallar ve münafıkların ortak özelliği, herkesi kendi zihin dünyalarına göre yargılamalarıdır; fakat gerçek, onların tahayyülüyle sınırlı değildir.
Sevr’den Lozan’a
Tarihsel çizgiye bakıldığında, Sevr Antlaşması’ndan Lozan’a, Gazze’den Filistin Devleti’ne uzanan bir mantık açıkça görülmektedir. Birinci Dünya Savaşı sonrası Osmanlı Devleti’ne dayatılan Sevr Antlaşması, Anadolu’nun dört bir yanını işgal altında bırakıyordu. Ancak bu antlaşma hiçbir zaman yürürlüğe girmedi; Meclis onaylamadı, Padişah tasdik etmedi. Dolayısıyla Sevr, yalnızca bir dayatmadır, gerçek bir antlaşma değil.
1921 Londra Konferansı’nda ise Ankara Temsil Heyeti’nin diplomatik meşruiyeti tescillendi. Ardından kazanılan Kurtuluş Savaşı zaferi, 1923’te Lozan Antlaşması ile sonuçlandı. Lozan, Sevr’den bağımsız düşünülemez; tescil ettiği temel gerçek, Türkiye Cumhuriyeti’nin devlet ve sınır varlığıdır. “Zafer mi hezimet mi” tartışması ise tarihsel bağlamı anlamayanların boşuna sürdürdüğü bir tartışmadır.
Filistin’in Sevr’i ve Lozanı
Filistin’in tarihine baktığımızda, Clinton döneminde İsrail Cumhurbaşkanı İzak Rabin ile Filistin lideri Yaser Arafat arasında bir Filistin Devleti kurulması anlaşması imzalanmıştı. Ancak bu girişim, İsrail’in derin yapısı tarafından sabote edildi; Rabin suikastla öldürüldü ve anlaşmalar fiilen çöpe atıldı. İsrail, Doğu Kudüs, Batı Şeria ve Gazze’yi işgal etti.
Bugün Gazze’de direnen İzzettin Kassam Tugayları, Türk tarihinin Kuvay-i Milliye ruhunun bir uzantısıdır. İzzettin Kassam, Osmanlı ordusunda binbaşı olarak görev yapmıştı; aynı dönemde Mustafa Kemal de aynı orduda binbaşıydı. Bu direnişin kökleri, aynı ruhun devamıdır.
Bazı siyasetçilerin “Filistin’den bize ne” yaklaşımı cehaletten veya dikte edilmiş bir zihniyetten kaynaklanır. Oysa Gazze’deki mücadele, Türk İstiklal Harbi’nin bir benzeridir. Nasıl ki Mustafa Kemal ve Kuvay-i Milliye emperyalistler tarafından “anarşist, terörist” ilan edilmişse, bugün de Hamas ve Kassam Tugayları “terörist” diye nitelendirilmektedir. Gerçekte, evini, tarlasını ve vatanını savunan bu insanlar, Filistin’in Kuvay-i Milliyesi’dir.
Dolayısıyla Gazze’den Filistin Devleti’ne giden yol, Sevr’den Lozan’a uzanan tarihi yol kadar belirleyicidir. Türkiye’nin Gazze halkının yanında durması, bu tarihsel devamlılığın doğal sonucudur.
Türkiye’nin Garantörlüğü
Bugün Türk milletinin Cumhurbaşkanından beklentisi açıktır: Gelecekte kurulacak Filistin Devleti’nin bağımsızlığının ve bütünlüğünün korunmasında Türkiye’nin garantör devlet olarak yer alması. Nasıl ki Türkiye, Katar ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin garantörüyse, Filistin’in de garantörü olmalıdır. Bu, tarihi bir sorumluluk ve haktır.
Mahmud Abbas veya diğer uluslararası aktörlerin tercihleri değişebilir. Ancak artık Filistin halkının iradesinin üstünde kimse yoktur. Uluslararası hukuk çerçevesinde demokratik seçimlerle belirlenmiş temsilciler, Filistin’in meşru yöneticileri olacaktır. Netanyahu’nun katliamlarına ortak olanların Filistin’in geleceği üzerinde söz hakkı olamaz. Türkiye’nin bu gerçeği uluslararası platformlarda açık ve kararlı biçimde dile getirmesi gerekmektedir.
Gelecekte Filistin’in bağımsızlığını ve bütünlüğünü teminat altına alacak yeni bir tarihsel antlaşmaya ihtiyaç vardır. Bu antlaşmada Türkiye’nin garantörlüğü, hem bölge barışı hem de insanlık vicdanı için kaçınılmazdır.
Türk milletine mensup olan, tarihine ve Hz. Muhammed Mustafa’ya bağlı herkes için bu, vicdanın ve tarihin gereğidir. Gazze’nin kahramanlarıyla aynı safda durmak, bugün yapılacak en doğru iştir.