Kıbrıs’ta son seçim sonuçlarının ardından Türkiye’deki bazı çevrelerde “Kıbrıs elden gidiyor” söylemleri yeniden alevlendi. Oysa bu tür cümleleri duyar duymaz önce tarihimize, sonra da bugünkü tabloya serinkanlılıkla bakmak gerekiyor.
Kıbrıs, 1570 yılında Osmanlı ordusunun Venediklilerden aldığı bir adadır. Komutan Lala Mustafa Paşa’dır. Bu fetihle birlikte ada, üç yüzyıl boyunca Türk yurdu olarak kaldı. Ancak Osmanlı’nın zayıfladığı 19. yüzyıl, yalnız Kıbrıs’ın değil, imparatorluğun birçok toprak parçasının kaderini değiştirdi.
Bir Ada Nasıl Elden Çıkar?
1830’larda Osmanlı, Kavalalı Mehmet Ali Paşa isyanıyla çalkalanırken, Rusya’dan yardım istemek zorunda kaldı. Ardından gelen 1877 Osmanlı-Rus Harbi’nde ise bu defa İngiltere’den yardım istendi. İngilizler yardımı şartlı sundu: “Kıbrıs’ı bize verin.” Osmanlı, hükümranlık bizde kalmak kaydıyla adayı geçici olarak İngiltere’ye “kiraladı”. Ne var ki, o kiralama bir daha geri dönülmeyen bir kopuşun başlangıcıydı.
Garanti Sistemi ve Mukavemet Dönemi
Cumhuriyet dönemine gelindiğinde, Türkiye yeniden Kıbrıs meselesinde söz sahibi olmayı başardı. Menderes hükümeti ve merhum Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’nun yoğun diplomasi çabaları sonucunda, 1959 Zürih ve Londra Antlaşmaları ile Türkiye, İngiltere ve Yunanistan Kıbrıs Cumhuriyeti’nin “garantör devletleri” oldular.
Ancak Rum tarafı bu statüyü kabullenmedi. İngiltere ve ABD’nin desteğiyle Yunanistan’ın kurdurduğu EOKA adlı terör örgütü, 1960’lardan itibaren Türk köylerine saldırılar düzenledi. Katliamların arkasındaki isim, ada Ortodoks kilisesinin lideri Makarios’tu. Bu kanlı sürece karşı Türk subay ve astsubayların gayretiyle Türk Mukavemet Teşkilatı (TMT) kuruldu. O günlerde Kıbrıs’ta Türk kanı pahasına bir direniş destanı yazıldı.
1974: Şanlı Çıkarmanın Hikâyesi
1960’ların sonu ve 70’lerin başında Rum örgütlerinin darbeleriyle adadaki Türk varlığı artık yok edilmek isteniyordu. 1974’te EOKA’cı Nikos Samson’un darbesiyle Kıbrıs Cumhuriyeti’nin statüsü tamamen bozulunca, Türkiye’ye uluslararası anlaşmalar gereği müdahale hakkı doğdu.
O dönemde Bülent Ecevit–Necmettin Erbakan koalisyonu iktidardaydı. İngiltere’nin ikna edilmesi için girişimler sürerken, Başbakan Yardımcısı Erbakan, Bakanlar Kurulu’ndan Kıbrıs’a müdahale kararını çıkarttı. Çoğunluğu CHP’li olan kabinede yalnızca iki cesur isim —Deniz Baykal ve İsmail Hakkı Birler— Erbakan’a destek vererek tarihe geçtiler.
Türk ordusu o destansı çıkarmayı gerçekleştirdi. Mehmetçik Beşparmak Dağları’na tank çıkardı, Girne sahillerinde tarih yazdı. Kıbrıs Türkü TMT’nin gerilla direnişiyle birleşti. Türkiye’de halk seferber oldu; Anadolu’nun köylerinden ziynet eşyaları, hayvanlar orduya bağışlandı. O gün, millet yekvücut olmuştu.
Sınırda Duran Zafer
Ne var ki, Amerika’nın baskısıyla operasyon durduruldu. Türkiye’nin ordusu adanın tamamını alabilecekken, Washington’dan çizilen bir “hatta” durmak zorunda kaldı. O günün şartlarında bu da büyük bir zaferdi. Ama o hat, ileride sürecek müzakerelerin ve bölünmenin çizgisi oldu.
Rauf Denktaş ve Kimlik Çatışması
Kıbrıs Türklerinin lideri Rauf Denktaş döneminde Türkiye’den adaya göçler teşvik edildi. Ama zamanla, “Kıbrıs Türkü” ile “Türkiye Türkü” arasında bir kimlik ayrışması doğdu. Türkiye’den gelenler yoksul kesimlerden oluşuyordu; Kıbrıslı yerel elitler ise onları “ikinci sınıf” olarak gördü.
Ben bu ayrışmayı bizzat gözlemledim. 2004’te, Muhsin Yazıcıoğlu’nun görevlendirmesiyle Kofi Annan Planı’nın reddi için Kıbrıs’ta çalışmalarda bulundum. 36 köyü dolaştık. Türkiye kökenli vatandaşlar bile “inadına” planı destekleyeceklerini söylüyordu. Çünkü kendilerini dışlanmış hissediyorlardı. Oysa plan, Türklerin mülklerini kaybetmesine yol açacak bir teslimiyet belgesiydi.
Referandumda Rauf Denktaş kaybetti, ama asıl kaybeden Kıbrıs Türk kimliğinin birlik duygusuydu. Denktaş’ın sarayında o gece yalnızca dört kişiydik: O, Muhsin Yazıcıoğlu, ben ve bir görevli. O sessizlik, bir milletin iç kırıklığıydı.
Vakıflar, Davalar ve Unutulan Gerçek
Sonraki yıllarda Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde Rumlar, “işgal edilen topraklarımız” diyerek davalar açtılar. Erdoğan döneminde Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün çalışmalarıyla Kıbrıs’taki Osmanlı vakfiyeleri incelendi. Çünkü vakıf arazileri işgal sayılamazdı. Gerçek ortaya çıktı: Adanın önemli bir kısmı vakıf toprağıydı. Böylece Rumların toprak iddiaları düşmüş oldu. Ama ne acıdır ki, bu çalışmaya bile bazı Kıbrıslı Türk yöneticiler engel olmaya çalıştı. Çünkü o vakıf arazilerinin bir kısmını da bizzat kendileri işgal etmişti.
Bugüne Dair
Bugün Kıbrıs Türk Cumhuriyeti var, ama “federasyon” hayali hâlâ bir kesimin zihninde dolaşıyor. Son seçimlerde Tufan Erhürman’ın zaferiyle birlikte bu tartışma yeniden alevlendi. Oysa Rumların nüfusa dayalı bir konfederasyon talebi, Türkleri ikinci sınıfa itecek bir düzendir.
Kıbrıs elden gitmedi. Ama Kıbrıs, kendi içinden çatlatılmak isteniyor. Kimliğini, tarihini, Türkiye ile bağını gevşetmeye çalışan bir zihniyet, 1950’lerde EOKA’ya “yer gösterenlerin” torunlarıyla aynı dili konuşuyor.
Bugün mesele artık toprağın değil, şuurun meselesidir. Kıbrıs, ancak geçmişinin farkında olanların elinde kalabilir.